Davacı : H.B. Vekili : Av. E.T. Davalı : Maliye Bakanlığı O L A Y : İstanbul Şişli’de 638 ada, 34 parsel sayılı taşınmaz malın bahçe kısmı R.T. tarafından satış vadi suretiyle davacıya 14.3.1967 günlü noter senedi ile satılmıştır. Ancak satışı vadeden R. tapuda taşınmaz malın R.’nın murislerinden olan annesi T. ile kız kardeşi A. adına yarı yarıya kayıtlı olduğundan ve A.’nin gaipliğine hüküm almak için dava açıldığından, iki sene sonuna kadar muameleleri tamamlamayı ve tapuda ferağ takririni vermeyi kabul etmiştir. Daha sonra R., ferağ veremeden vefat etmiş ve terekesine Sulh Hakimliğince el konmuştur. Davacı 16.6.1970 tarihinde İstanbul 10. Asliye Hukuk Hakimliği’ne, R.’nın terekesine izafeten Sulh Hakimliği’ni hasım göstererek ve satış vaadi senedine dayanarak taşınmaz malın tescili için dava açmıştır. İstanbul 10. Asliye Hukuk Mahkemesi 5.3.1971 günlü kararında (Satışı vaad edilen taşınmaz malın ifraz edilmemiş ve müstakil bir pay hüviyetini iktisab etmemiş ve tapuda bahçeli bir ev olarak kayıtlı olduğu anlaşılan evin bahçesine müeallik olduğu, bu durumu ile Noter Kanununun 44 ve Medeni Kanunun 623. maddeleri ve 6217 sayılı Kanun muvacehesinde satış vaadi muteber olamayacağı) gerekçesiyle davanın reddine karar vermiştir. Bu karar Yargıtay 1. Hukuk Dairesi’nin 21.1.1972 günlü kararı ile (Bu uyuşmazlığın çözülmesi için dava konusu parsellere ait kayıt ve çaplar getirtilerek dosyasına konmak, bu parseller üzerindeki davalılar murisi R.’ya ait mülkiyet durumu incelenmek, R. bu yerlerin tamamına sahip olduğu anlaşıldığı takdirde çaplar bir fen ehli ile yerine uygulanmak ve satış vaadi sözleşmesinde bu yerlerden ifrazen satışı vaad edilen kısımlar da fenni bilirkişi tarafından düzenlenecek krokide belirtildikten sonra bu kısmın ifrazen davacı adına tescilinde kanuni bir engel olup olmadığı merciinden sorularak sonucuna göre bir karar verilmesi) gerektiği belirtilerek bozulmuştur. Bozmadan sonra, Milli Emlak Müdürlüğünce Defterdarlığa yazılan bir yazıda, A.’nin 1924’den evvel yurdumuzdan firar ettiği ve akıbeti hakkında bir bilgi olmadığı ve T.’nın da 1917 yılında yurt dışında ölmüş olduğu ve emniyet yazısında bu kişilerin firari oldukları belirtildiğinden Tasfiye Kanunları ve talimatnameleri hükümlerince mallarına vaziyet edilmesi istenmiş ve Defterdarlıkça da aynı tarihte vaziyet edilmesi uygundur, kaydı konulmuştur. İstanbul 10. Asliye Hukuk Mahkemesince, 6.7.1977 günlü oturumda, (ortada idari nitelikte bir vaziyet kararı mevcuttur. Bu kararın maddi vakalarını ve usul tartışması yapmak Mahkememizin görevi dışındadır ve bu karar meriyette kaldığı sürece davanın devamı mümkün değildir. Bu nedenle davacı vekiline bu vaziyet kararının iptali için dava açılmak üzere mehil verilmesine) yolunda karar verilmiştir. Bunun üzerine davacı tarafından Danıştay 8. Dairesi’ne dava açılarak vaziyet kararının iptali istenmiştir. Danıştay 8. Dairesi 10.4.1978 günlü 1977/6453 esas sayılı kararında (Tapuda kayıtlı taşınmaz malların el koyma işlemine karşı ancak malik veya taşınmaz mal üzerinde ayni bir hakkı mevcut olan kişiler dava açabilirler. Noter satış vaadi senedi ile davacı, ayni bir hak değil şahsi bir hak elde etmiştir. Bu şahsi hak ise, ancak taşınmazın satışı vaadinde bulunan kişiye karşı ileri sürülebilir. Bu durumda Uyuşmazlık konusu taşınmazın maliki veya miras yoluyla sahibi bulunmayan davacının dava açmak ehliyeti yoktur. Davanın ehliyet yönünden reddine) denilmiştir. Davacı vekili 6.7.1979 günlü dilekçe ile Uyuşmazlık Mahkemesi’ne başvurmuş, olayı açıklayarak hüküm uyuşmazlığı oluştuğunu ileri sürmüş ve Danıştay 8. Dairesi’nin red kararının kaldırılmasını, İstanbul Defterdarlığı’nın el koyma kararının da iptalini istemiştir. İNCELEME VE GEREKÇE: Yargı yetkisini Türk Milleti adına kullanan Uyuşmazlık Mahkemesi Hukuk Bölümü, Başkan Ahmet H. Boyacıoğlu, Üye Mesut Akan, Zekai Özdil, Sıtkı Gökalp, Şerafettin Kaya, Zeki Güngör ve Mehmet Karaaslan’ın katıldığı 8.10.1979 günlü oturumda, geçici raportör İsmet Köker’in raporu ve dosyadaki belgeler okunduktan ve Danıştay Başkanunsözcüsü Ali Rıza Alpaslan’ın başvurmanın reddi gerektiği yolundaki düşüncesi dinlendikten sonra gereği görüşülüp, düşünüldü; Gerek 4788 sayılı Yasa’nın 19 gerek 2247 sayılı Yasa’nın 24. maddesi hükümleri uyarınca, hüküm uyuşmazlığı varlığının kabulü için iki ayrı yargı yerince aynı konuda verilmiş kesin kararların mevcut olması gereklidir. Halbuki yukarda olay yerinde açıklandığı üzere ortada aynı konuda verilmiş kararlar olmadığı gibi İstanbul Asliye 10. Hukuk Mahkemesince görülmekte olan tescil davası da henüz kesin bir sonuca bağlanmış değildir. Bu nedenle ortada oluşmuş bir hüküm uyuşmazlığı bulunmadığından başvurmanın reddine karar verilmesi gerekir. S O N U Ç : Hüküm uyuşmazlığının koşulları gerçekleşmiş bulunduğundan başvurmanın reddine 8.10.1979 gününde kesin olarak oybirliğiyle karar verildi.